HKB Gözü Instagram'da

25 Mayıs 2013 Cumartesi

AB YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI AÇISINDAN TÜRKİYE’NİN İÇ VE DIŞ POLİTİKASI



Bu çalışmada, AB ile Türkiye ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı orijininde masaya yatırılmaya çalışılmıştır. Oluşturulan öngörülerin gerçekliğini temellendirmek adına gazete haberleri başta olmak üzere birçok veri kullanılmıştır. Bunların yanında, anlamlarını çokta idrak edemediğimiz kavramları da açıklaması ile öngörünün anlaşılır kılınması yoluna gidilmiştir.

Yerel Yönetimler Özerlik Şartı ve Subsidiyarite Kavramı

Üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Parlamentosu tarafından 15 Ekim 1985 imzaya açılan Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na 21 Kasım 1988’de çekince koyarak imzalamıştır. [1] Subsidiyarite kavramıyla özleşen bu yapı, Maastricht Anlaması ile eklenerek gelişen Avrupa Topluluğu Anlaşmasının 3 B maddesinin 2 ve 3ncü fıkralarında şöyle açıklanıyor.
“Münhasırın kendi yetkisi altında bulunmayan alanlarda subsidiyarite ilkesi uyarınca Topluluk ancak, tasarlanan eylemin hedefleri üye devletler tarafından eylemin boyutları ve sonuçları itibariyle Topluluk seviyesinde daha iyi gerçekleştirilebilecekse müdahalede bulunur. Topluluğun eylemi bu anlaşmanın hedeflerine ulaşmak içim gerekli olan seviyeyi aşmaz.”[2] Burada, anlam kargaşasına düşmemek adına, subsidiyarite kavramına değinmekte yarar vardır. Prof. Dr. Zerrin Toprak, tam bir tanımı olmadığını belirtmesi yanı sıra Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Yönlendirme Komitesi’nin 1995 yılı raporundan bir alıntı ile açıklar. “yetkilerin uygulanması için ısrarla uygun düzeyi aramak ve ancak alt düzeydeki yönetimler ilgili yetkileri kendileri uygulayamadıkları zaman bir üst düzeyin seçilmesi önem taşımaktadır.”[3]
Özerklik kavramını daha iyi anlamak adına Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın 3.  Maddesine göz atmakta yarar vardır. Bu maddede; yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla yerel yönetimlerde özerkliğe gerçek anlamda sahip olunması için karar alma yetkisi, organların bağımsızlığı ve yeterli finansal kaynakların bulunması şartlarının gerçekleşmesi gereklidir.[4]
Yerel Yönetimlerin oluşumunda “subsidiyarite” kavramı ile “divide and rule” yani böl ve yönet oluşumuna giden politika arasındaki farklılıkları okumak büyük önem taşımaktadır.

Türkiye ve Özerklik Tartışmaları

                Maalesef, her alanda olduğu gibi özellikle de AB üyelik sürecinde, Türkiye’nin izlediği bir devlet politikasından öte, iktidarların bir bakıma siyasilerin kişisel duruşlarıyla şekillenmiştir. Bu noktada son yıllarda AB ilişkilerine damgasını vuran Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerini incelemekte büyük yarar var.
                1991 yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde Mehmet Metiner’e hazırlattığı Kürt raporunu 18 Aralık 1991 tarihinde genel başkan Necmettin Erbakan’a sunan Erdoğan, 1993 yılında kamuoyunda “TC katı bir üniter anlayışa sahip. Kürtler ayrılmak isterlerse Osmanlı eyalet sistemi benzeri olabilir” ifadesinde bulunuyor.[5]
AKP iktidarı ile birlikte başbakan olan Erdoğan, söylemlerinde zaman içerisinde bu fikre tekrar değiniyor. 2004 yılına gelindiğinde,  Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nca 15 Temmuzda kabul edilen 5227 sayılı "Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun" dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in “Tekil devlet anlayışını bozuyor” gerekçesiyle veto edilmiştir.[6] Bunun üzerine Erdoğan ve bazı Bakanlar “Böyle bir niyetimiz yok” açıklamasında bulunmuşlardır. Hemen ardından, 2004 Aralık ayında KanalD’de Fatih Altaylı’nın sorularını yanıtlayan Başbakan, ilk defa başkanlık sistemini överek tartışmayı gündeme getirmiştir. “Başkanlık sistemi için eyalet düzeni gerekmez mi?” sorusuna da, “Eh tabii… Eyalet olmadan başkanlık sistemi; üstü kaval, altı şişhane olur”[7] cevabını vermiştir.

2013 yılı içerisinde ise CNN ve Kanal D ortak yapımı “Başbakan Özel” programında bu söylemlerini daha da genişletmiştir. “Osmanlı’da ki üniter yapıdaki hoşgörüye hala sahip değiliz. Belediyeyi kabul ediyorsunuz, ama seçilmiş valiyi neden kabul etmiyorsunuz. Osmanlı Kürdistan, Lazistan demiş bizim bunu dememize gerek yok. Bizim coğrafi bölgelerimiz var buna göre ortaya koyabiliriz. İlla bu böyle olsun noktasında, diye söylemiyorum”[8] diyerek 1993 yılındaki beyanını Başbakan olarak tekrar dile getirmiştir. Başbakana, Osmanlı içerisinde “Lazistan ve Kürdistan” adında eyaletlerin olmadığının hatırlatılması büyük önem taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının kasıtlı olarak bu denli fahiş bir hata yapması muhtemel değildir. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin, “Osmanlı Devleti’nin eyalet sistemini algılama konusunda bir sıkıntı da mevcuttur. Eyalet sistemi dendiğinde sanki her eyaletin özerk bir yönetime sahip olduğu gibi bir algı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki Osmanlı eyaletleri merkeze doğrudan bağlıdır ve payitaht İstanbul’dan idare edilirler. Bu anlamda padişahın otoritesi de her eyalette geçerlidir” yorumunda bulunmuştur.[9]
Başbakanın bu büyük yanılgısına bir eleştiride, Osmanlı Devleti’ gerileme dönemin de eyaletlerde oluşan boşluklar sonucunda ki isyanlar ve bu isyanların iç ve dış politikada geldiği zafiyetlerdir. Prof. Dr. M. Akif Çukurçayır “Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve duraklama yıllarında etkili olan eyalet sistemi, 1700'lü yıllardan itibaren çözülmeye başlamış ve bozulan ordu ile birlikte Osmanlı'nın çöküşünü hızlandırmıştır. Osmanlı, sistem olarak bu yıllardan itibaren hem orduyla büyük sorunlar yaşamaya başlamış (aslında Genç Osman'dan itibaren-1618), hem de eyalet yönetimlerinin başında olan ayanlarla sıkıntılar artmaya başlamıştır. Bu arada Rusya ile yaklaşık iki yüzyıl sürecek bir savaş başlamıştır. Çeşitli aralıklarla, bu savaş hem Balkan hem de Doğu cephesinde devam etmiştir. Dolayısıyla Yeniçeri ve ayan sorunlarıyla birlikte diğer ülkelerle savaşan Osmanlı bir türlü ne merkezi ne de eyaletleri kontrol edebilmiştir. Osmanlı'nın küçülmeye başladığı bu süreçte, “Osmanlı'yı eyaletler yıkmıştır.” demek hiç de yanlış olmayacaktır”[10] yorumunu bulunmakla birlikte Tepedelenli Ali Paşa (Arnavutluk) ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa (Mısır) isyanlarına dikkat çekmektedir.

AKP Seçim Beyannameleri ve Programlarında AB Yerel Yönetimler Özerlik Şartı

Sön dönem AB politikamıza yön veren AKP hükümeti birçok defa farklı yıllarda AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartına seçim beyannameleri ve programlarında yer vermiştir:
1- "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dâhil edilmesini sağlayacaktır. Yerel yönetimlerin yargı yoluna gidebilme hakkı dâhil, ilgili tüm düzenlemeleri gerçekleştirecektir." (AKP Programı)
2- "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda belirtildiği gibi, “yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen yetki sınırları içinde kalan tüm konularda faaliyette bulunmak açısından takdir hakkına sahip ” olacaktır. Merkezi idarenin görev ve yetkileri tek tek sayılacak ve bunun dışında kalan tüm görevler yerel yönetimlere bırakılacaktır... Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dâhil edilmesi sağlanacaktır." (AKP - 2002 Seçim Beyannamesi)
3- "Mahalli müşterek nitelikli hizmetleri sunmak konusunda 'Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'ndaki esaslara uygun olarak mahalli idareler tam yetkili hale getirilecektir." (AKP – 2011 Seçim Beyannamesi / Sayfa 28)
Bakanlar Kurulu kararıyla dahi anlaşmalara konulan çekincelerin kaldırılması mümkündür.

AKP ve AB İlişkileri

Alman Yeşiller Partisi Türk asıllı milletvekili Mehmet Kılıç AKP ve AB ilişkisi hakkında “AKP bu konuda stratejik bir yaklaşım içinde. Geçmişte AKP için AB’ye üyelik süreci iyi bir fırsattı. Örneğin askerin gücünü azaltma konusunda. Bana göre AKP, Avrupa’da alabildiklerini aldı. Yani reformları kendisi için kullandı”[11] yorumunu yapıyor.
2007 sonrasında İlerleme Raporlarında da bu etkiyi görmek mümkündür. AKP askeri vesayeti azaltma demokrasinin bir gereği adı altında yapılırken, şu an AB ilerleme raporlarına karşı hükümet kanadında bir duyarsızlaşma olmuştur. İlerleme raporları artık bir nevi ilerleyememe raporlarına dönüştü. İnsan hakları ve düşünce özgürlükleri yanında yargı serbestliği üzerine getirilen eleştirilere kulak asılmadı. Ve hatta 2011 ilerleme raporunda, “Türkiye’de otosansür bir fenomen hâline geldi” yorumlarıyla otosansürün normalleşmesine dikkat çekilmiştir.[12]
Gerçekten de, bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını ve halkın tansiyonunu ayarlama konusunda AB üyelik süreci etken rol oynamıştır. Bunun en büyük örneği hiç kuşkusuz, PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’nın AB uyum yasaları çerçevesinde, alınan idam yasağının iptali olmuştur. AB uyumu altı altında halk bir nebze de olsa yatıştırılmaya çalışılmıştır. Hatta bu yasaya imza atan birçok Refah Parti üyeleri başta bakanlık olmak üzere tekrar AKP hükümetinde kendilerine yer bulmuşlardır.
İşte bu noktada benim öngörüm, adım adım tartışılan özerklik tartışmalarında, atılacak adımların meşruluğunu sağlamak adına, hükümet kanadı, tekrardan AB ilişkilerinde yakınlaşmaya gidecektir. Bu ilişkiler, ilerleme raporlarına da yanşayacaktır şüphesiz. Hatta şimdiden, Türkiye Raportörü Hollandalı Hristiyan Demokrat Ria Oomen Ruijten, açılımdan büyük bir heyecanla bahsederek; “Daha önce hiç kimse hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan'la müzakere edilebileceğini düşünemezdi” yorumunda bulunuyor.[13] Ruijten’in bu görüşlerle yer aldığı, Avrupa Parlamentosu resmi web sitesinde yayınlanan videoda, büyük bir bölümü Türkiye’nin doğusunu kapsayan Kürdistan haritasına da gösterilmektedir.[14] Burada görüntü daha çok coğrafi bir yapıya işaret ederken, uluslararası hukukun öngördüğü “de facto” ilkesi unsurları birer birer yerine getirilmektedir.
AB’nin kamuoyunda tekrardan, cazip hale getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Yaşanan Euro Krizi ve Avrupa Ülkeleri Liderlerinin söylemleri olumsuz bir etki yapmaktadır. Ülkemizde ki “sosyal demokrat” ve özellikle “liberal” grupların, eyalet sistemine iknası için AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı kartının gündeme gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun yanında Erdoğan’ın ve Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun Ortadoğu söylemleri ve Neo-Osmanlıcılık politikası ise ülkede ki muhafazakâr kesimi tatmin etmesi yönünde önemlidir.

Denizaşırı bir oluşum: Kuzey Amerika Kürt Ulusal Kongresi (KNC)

Tüm bu veri ve öngörülerinin yanı sıra, ulus üstü bir yapıda şekillenen Kürt oluşumlardan bahsetmemek, gerçeklik açısından büyük eksiklik olacaktır. Bu oluşumlardan en önemlisi, 1988 yılında, ABD ve Kanada’da yaşayan Kürt ileri gelenleri tarafından, Kuzey Amerika Kürt Ulusal Kongresi (Kurdish National Congress of North America) isimli bir örgütüdür. KNC’NİN kuruluş amaçları arasındaki “Kürt menfaatlerini savunmak ve geliştirmek” maddesi; 10–13 Kasım 2005 tarihlerinde Salahaddin ve Süleymaniye Üniversitelerinde düzenlenen Kürt Bağımsızlık Konferansında alınan kararlar gözler önüne sermektedir. [15]
“Birleşme yönünde atılması gereken ilk adım, Kürdistan’ı işgal eden güçlerin kimliğimizin tanınması yönünde yarattığı engelleri ve yeniden birleşmemiz karşısında oluşturdukları bloğu aşmanın bir yolunu bulmaktır. Kürdistan’ın farklı bölgelerinde, Kendi kaderini tayin (self determination) hakkımızı elde edebilmek için farklı stratejiler gerekir.
Bir bölgede tam bağımsız ulusal Kürt Devleti kurarken, diğer parçada ise bölgenin merkezi hükümetiyle federal bir Kürt Devleti oluşturmanın daha mantıklı olacağı düşünülebilir. Halen bazı bölgelerde bu mümkün olmayabilir, fakat otonomi sağlanabilir. Bu nedenle, kendi kaderini tayin (self- determination) hakkının elde edilmesi ve tekrar bileşilmesi, her bölgede kazanılacak özerkliğin derecesine bağlıdır. Belki de, 4 federal Kürt Devleti veya 4 bağımsız ulus devlet veya yapılacak bölgesel bir anlaşmayla ABD gibi Birleşik Bağımsız Kürdistan oluşturulabilir.”
Ayrıca düzenli olarak gerçekleştirilen kongrelerde birçok defa, Ortadoğu’da kurulacak bağımsız Kürdistan’ın “ Amerika,  Avrupa Birliği ve Dünya ekonomisinin menfaatine olduğu” vurgulanmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği konusunda ise; “Bu durum Kuzeydeki (Güneydoğu Anadolu’daki) Kürtlere bir Kürt Parlamentosu kurma ve AB içinde bir Kürt Bloğu oluşturma imkânı sağlar. Böyle bir bloktan Kürt bağımsızlığına destek almak mümkün olacaktır. Bu nedenle Kürtler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğini desteklemelidir” yorumu tutanaklara geçmiştir.
KNC ayrıca Türkiye AB ilişkilerinde ise ön görüde bulunuyor ve “Eğer Türkiye Avrupa Birliğinin dışında tutulursa, Türkiye geleneksel olarak Kürt meselesini bir ulusal güvenlik sorunu olarak görmeye devam eder ve Bağımsız Irak Kürdistan’ına düşmanca davranır” görüşünü savunuyor. Bununla birlikte “Türkiye, Avrupa Birliğine bağlandığı zaman, Türk Ordusu’nun Irak Kürtleriyle ilgili politik kararlara katılması azalacak ve adaylık sürecinde ilerleme kaydedecek” diye ekliyor.


Taraflar açısından birçok veriyi ve yorumu gözden geçirdikten sonra aklımıza, Amerikalı General Ralph Peters’in çizdiği ünlü “Kan Sınırları” haritası gelmektedir. Bu haritada ABD Eski Dışişleri Bakanlarından Condoleezza Rice’ın Washington Post gazetesindeki 7 Ağustos 2003 tarihli makalesini de doğrular niteliklidir.[16]
Hikmet Kadir BOZOK
hkbozok@gmail.com



[2] S. Rıdvan KARLUK(1995), Avrupa Birliği ve Türkiye, Üçüncü Baskı, Eskişehir, s.37
[3] Prof.Dr. Zerrin TOPRAK (2006), Yerel Yönetimler, Nobel Yayınları, Ankara, s.14

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder