Bu çalışmada, AB ile Türkiye
ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
orijininde masaya yatırılmaya çalışılmıştır. Oluşturulan öngörülerin gerçekliğini
temellendirmek adına gazete haberleri başta olmak üzere birçok veri
kullanılmıştır. Bunların yanında, anlamlarını çokta idrak edemediğimiz
kavramları da açıklaması ile öngörünün anlaşılır kılınması yoluna gidilmiştir.
Yerel Yönetimler Özerlik Şartı ve Subsidiyarite
Kavramı
Üniter bir
devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Parlamentosu tarafından 15 Ekim 1985
imzaya açılan Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na 21 Kasım 1988’de çekince
koyarak imzalamıştır.
Subsidiyarite kavramıyla özleşen bu yapı, Maastricht Anlaması ile eklenerek
gelişen Avrupa Topluluğu Anlaşmasının 3 B maddesinin 2 ve 3ncü fıkralarında
şöyle açıklanıyor.
“Münhasırın
kendi yetkisi altında bulunmayan alanlarda subsidiyarite ilkesi uyarınca
Topluluk ancak, tasarlanan eylemin hedefleri üye devletler tarafından eylemin
boyutları ve sonuçları itibariyle Topluluk seviyesinde daha iyi
gerçekleştirilebilecekse müdahalede bulunur. Topluluğun eylemi bu anlaşmanın
hedeflerine ulaşmak içim gerekli olan seviyeyi aşmaz.”
Burada, anlam kargaşasına düşmemek adına, subsidiyarite kavramına değinmekte
yarar vardır. Prof. Dr. Zerrin Toprak, tam bir tanımı olmadığını belirtmesi
yanı sıra Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Yönlendirme Komitesi’nin 1995
yılı raporundan bir alıntı ile açıklar. “yetkilerin uygulanması için ısrarla
uygun düzeyi aramak ve ancak alt düzeydeki yönetimler ilgili yetkileri
kendileri uygulayamadıkları zaman bir üst düzeyin seçilmesi önem taşımaktadır.”
Özerklik
kavramını daha iyi anlamak adına Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın 3. Maddesine göz atmakta yarar vardır. Bu
maddede; yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu
işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun
çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını
taşımaktadır. Dolayısıyla yerel yönetimlerde özerkliğe gerçek anlamda sahip
olunması için karar alma yetkisi, organların bağımsızlığı ve yeterli finansal
kaynakların bulunması şartlarının gerçekleşmesi gereklidir.
Yerel
Yönetimlerin oluşumunda “subsidiyarite”
kavramı ile “divide and rule” yani
böl ve yönet oluşumuna giden politika arasındaki farklılıkları okumak büyük
önem taşımaktadır.
Türkiye ve Özerklik Tartışmaları
Maalesef,
her alanda olduğu gibi özellikle de AB üyelik sürecinde, Türkiye’nin izlediği
bir devlet politikasından öte, iktidarların bir bakıma siyasilerin kişisel
duruşlarıyla şekillenmiştir. Bu noktada son yıllarda AB ilişkilerine damgasını
vuran Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerini incelemekte büyük
yarar var.
1991
yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde Mehmet Metiner’e
hazırlattığı Kürt raporunu 18 Aralık 1991 tarihinde genel başkan Necmettin
Erbakan’a sunan Erdoğan, 1993 yılında kamuoyunda “TC katı bir üniter anlayışa
sahip. Kürtler ayrılmak isterlerse Osmanlı eyalet sistemi benzeri olabilir”
ifadesinde bulunuyor.
AKP iktidarı
ile birlikte başbakan olan Erdoğan, söylemlerinde zaman içerisinde bu fikre
tekrar değiniyor. 2004 yılına gelindiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Genel Kurulu'nca 15 Temmuzda kabul edilen 5227 sayılı
"Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması
Hakkında Kanun" dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in “Tekil
devlet anlayışını bozuyor” gerekçesiyle veto edilmiştir.
Bunun
üzerine Erdoğan ve bazı Bakanlar “Böyle bir niyetimiz yok” açıklamasında bulunmuşlardır.
Hemen ardından, 2004 Aralık ayında KanalD’de Fatih Altaylı’nın sorularını
yanıtlayan Başbakan, ilk defa başkanlık sistemini överek tartışmayı gündeme
getirmiştir. “Başkanlık sistemi için eyalet düzeni gerekmez mi?” sorusuna da, “Eh
tabii… Eyalet olmadan başkanlık sistemi; üstü kaval, altı şişhane olur”
[7] cevabını vermiştir.
2013 yılı
içerisinde ise CNN ve Kanal D ortak yapımı “Başbakan Özel” programında bu söylemlerini
daha da genişletmiştir.
“Osmanlı’da ki
üniter yapıdaki hoşgörüye hala sahip değiliz. Belediyeyi kabul ediyorsunuz, ama
seçilmiş valiyi neden kabul etmiyorsunuz. Osmanlı Kürdistan, Lazistan demiş
bizim bunu dememize gerek yok. Bizim coğrafi bölgelerimiz var buna göre ortaya
koyabiliriz. İlla bu böyle olsun noktasında, diye söylemiyorum” diyerek
1993 yılındaki beyanını Başbakan olarak tekrar dile getirmiştir. Başbakana,
Osmanlı içerisinde “
Lazistan ve
Kürdistan” adında eyaletlerin olmadığının hatırlatılması büyük önem
taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının kasıtlı olarak bu denli fahiş
bir hata yapması muhtemel değildir. Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin,
“Osmanlı
Devleti’nin eyalet sistemini algılama konusunda bir sıkıntı da mevcuttur.
Eyalet sistemi dendiğinde sanki her eyaletin özerk bir yönetime sahip olduğu
gibi bir algı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki Osmanlı eyaletleri
merkeze doğrudan bağlıdır ve payitaht İstanbul’dan idare edilirler. Bu anlamda
padişahın otoritesi de her eyalette geçerlidir” yorumunda bulunmuştur.
Başbakanın bu
büyük yanılgısına bir eleştiride, Osmanlı Devleti’ gerileme dönemin de
eyaletlerde oluşan boşluklar sonucunda ki isyanlar ve bu isyanların iç ve dış
politikada geldiği zafiyetlerdir. Prof. Dr. M. Akif Çukurçayır “Osmanlı'nın
kuruluş, yükseliş ve duraklama yıllarında etkili olan eyalet sistemi, 1700'lü
yıllardan itibaren çözülmeye başlamış ve bozulan ordu ile birlikte Osmanlı'nın
çöküşünü hızlandırmıştır. Osmanlı, sistem olarak bu yıllardan itibaren hem
orduyla büyük sorunlar yaşamaya başlamış (aslında Genç Osman'dan
itibaren-1618), hem de eyalet yönetimlerinin başında olan ayanlarla sıkıntılar
artmaya başlamıştır. Bu arada Rusya ile yaklaşık iki yüzyıl sürecek bir savaş başlamıştır.
Çeşitli aralıklarla, bu savaş hem Balkan hem de Doğu cephesinde devam etmiştir.
Dolayısıyla Yeniçeri ve ayan sorunlarıyla birlikte diğer ülkelerle savaşan
Osmanlı bir türlü ne merkezi ne de eyaletleri kontrol edebilmiştir. Osmanlı'nın
küçülmeye başladığı bu süreçte, “Osmanlı'yı eyaletler yıkmıştır.” demek hiç de
yanlış olmayacaktır”
yorumunu bulunmakla birlikte Tepedelenli Ali Paşa (Arnavutluk) ve Kavalalı
Mehmet Ali Paşa (Mısır) isyanlarına dikkat çekmektedir.
AKP Seçim Beyannameleri ve Programlarında AB
Yerel Yönetimler Özerlik Şartı
Sön dönem AB
politikamıza yön veren AKP hükümeti birçok defa farklı yıllarda AB Yerel
Yönetimler Özerklik Şartına seçim beyannameleri ve programlarında yer
vermiştir:
1-
"Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na uygun olarak, anayasal
sistemimize yerel yönetim hakkının dâhil edilmesini sağlayacaktır. Yerel
yönetimlerin yargı yoluna gidebilme hakkı dâhil, ilgili tüm düzenlemeleri
gerçekleştirecektir." (AKP
Programı)
2-
"Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda belirtildiği gibi, “yerel
yönetimler, kanun tarafından belirlenen yetki sınırları içinde kalan tüm
konularda faaliyette bulunmak açısından takdir hakkına sahip ” olacaktır.
Merkezi idarenin görev ve yetkileri tek tek sayılacak ve bunun dışında kalan
tüm görevler yerel yönetimlere bırakılacaktır... Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’na uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının
dâhil edilmesi sağlanacaktır." (AKP
- 2002 Seçim Beyannamesi)
3-
"Mahalli müşterek nitelikli hizmetleri sunmak konusunda 'Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı'ndaki esaslara uygun olarak mahalli idareler tam
yetkili hale getirilecektir." (AKP
– 2011 Seçim Beyannamesi / Sayfa 28)
Bakanlar
Kurulu kararıyla dahi anlaşmalara konulan çekincelerin kaldırılması mümkündür.
AKP ve AB İlişkileri
Alman Yeşiller Partisi Türk
asıllı milletvekili Mehmet Kılıç AKP ve AB ilişkisi hakkında “AKP bu konuda
stratejik bir yaklaşım içinde. Geçmişte AKP için AB’ye üyelik süreci iyi bir
fırsattı. Örneğin askerin gücünü azaltma konusunda. Bana göre AKP, Avrupa’da
alabildiklerini aldı. Yani reformları kendisi için kullandı”
yorumunu yapıyor.
2007 sonrasında İlerleme Raporlarında
da bu etkiyi görmek mümkündür. AKP askeri vesayeti azaltma demokrasinin bir
gereği adı altında yapılırken, şu an AB ilerleme raporlarına karşı hükümet
kanadında bir duyarsızlaşma olmuştur. İlerleme raporları artık bir nevi
ilerleyememe raporlarına dönüştü. İnsan hakları ve düşünce özgürlükleri yanında
yargı serbestliği üzerine getirilen eleştirilere kulak asılmadı. Ve hatta 2011
ilerleme raporunda, “Türkiye’de otosansür bir fenomen hâline geldi”
yorumlarıyla otosansürün normalleşmesine dikkat çekilmiştir.
Gerçekten de,
bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını ve halkın tansiyonunu ayarlama
konusunda AB üyelik süreci etken rol oynamıştır. Bunun en büyük örneği hiç
kuşkusuz, PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’nın AB uyum yasaları
çerçevesinde, alınan idam yasağının iptali olmuştur. AB uyumu altı altında halk
bir nebze de olsa yatıştırılmaya çalışılmıştır. Hatta bu yasaya imza atan birçok
Refah Parti üyeleri başta bakanlık olmak üzere tekrar AKP hükümetinde kendilerine
yer bulmuşlardır.
İşte bu noktada benim öngörüm, adım
adım tartışılan özerklik tartışmalarında, atılacak adımların meşruluğunu
sağlamak adına, hükümet kanadı, tekrardan AB ilişkilerinde yakınlaşmaya
gidecektir. Bu ilişkiler, ilerleme raporlarına da yanşayacaktır şüphesiz. Hatta
şimdiden, Türkiye Raportörü Hollandalı Hristiyan Demokrat Ria Oomen Ruijten,
açılımdan büyük bir heyecanla bahsederek;
“Daha
önce hiç kimse hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan'la müzakere edilebileceğini
düşünemezdi” yorumunda bulunuyor.
Ruijten’in bu görüşlerle yer aldığı, Avrupa Parlamentosu resmi web sitesinde yayınlanan
videoda, büyük bir bölümü Türkiye’nin doğusunu kapsayan Kürdistan haritasına da
gösterilmektedir.
Burada görüntü daha çok coğrafi bir yapıya işaret ederken, uluslararası hukukun
öngördüğü
“de facto” ilkesi unsurları
birer birer yerine getirilmektedir.
AB’nin
kamuoyunda tekrardan, cazip hale getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Yaşanan Euro
Krizi ve Avrupa Ülkeleri Liderlerinin söylemleri olumsuz bir etki yapmaktadır. Ülkemizde
ki “sosyal demokrat” ve özellikle “liberal” grupların, eyalet sistemine iknası
için AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı kartının gündeme gelmesi kuvvetle
muhtemeldir. Bunun yanında Erdoğan’ın ve Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun
Ortadoğu söylemleri ve Neo-Osmanlıcılık politikası ise ülkede ki muhafazakâr
kesimi tatmin etmesi yönünde önemlidir.
Denizaşırı bir oluşum: Kuzey Amerika Kürt Ulusal
Kongresi (KNC)
Tüm bu veri ve öngörülerinin yanı
sıra, ulus üstü bir yapıda şekillenen Kürt oluşumlardan bahsetmemek, gerçeklik
açısından büyük eksiklik olacaktır. Bu oluşumlardan en önemlisi, 1988 yılında,
ABD ve Kanada’da yaşayan Kürt ileri gelenleri tarafından, Kuzey Amerika Kürt Ulusal
Kongresi (
Kurdish National Congress of North
America) isimli bir örgütüdür. KNC’NİN
kuruluş amaçları arasındaki
“Kürt menfaatlerini savunmak ve
geliştirmek” maddesi; 10–13 Kasım 2005 tarihlerinde Salahaddin ve
Süleymaniye Üniversitelerinde düzenlenen Kürt Bağımsızlık Konferansında alınan kararlar
gözler önüne sermektedir.
[15]
“Birleşme yönünde atılması gereken
ilk adım, Kürdistan’ı işgal eden güçlerin kimliğimizin tanınması yönünde
yarattığı engelleri ve yeniden birleşmemiz karşısında oluşturdukları bloğu
aşmanın bir yolunu bulmaktır. Kürdistan’ın farklı bölgelerinde, Kendi
kaderini tayin (self determination) hakkımızı elde edebilmek için
farklı stratejiler gerekir.
Bir bölgede tam bağımsız ulusal
Kürt Devleti kurarken, diğer parçada ise bölgenin merkezi hükümetiyle federal bir
Kürt Devleti oluşturmanın daha mantıklı olacağı düşünülebilir. Halen bazı
bölgelerde bu mümkün olmayabilir, fakat otonomi sağlanabilir. Bu
nedenle, kendi kaderini tayin (self- determination) hakkının elde edilmesi
ve tekrar bileşilmesi, her bölgede kazanılacak özerkliğin derecesine
bağlıdır. Belki de, 4 federal Kürt Devleti veya 4 bağımsız ulus devlet veya
yapılacak bölgesel bir anlaşmayla ABD gibi Birleşik Bağımsız Kürdistan
oluşturulabilir.”
Ayrıca düzenli
olarak gerçekleştirilen kongrelerde birçok defa, Ortadoğu’da kurulacak bağımsız
Kürdistan’ın “ Amerika, Avrupa Birliği
ve Dünya ekonomisinin menfaatine olduğu” vurgulanmaktadır. Türkiye’nin Avrupa
Birliğine üyeliği konusunda ise; “Bu durum Kuzeydeki (Güneydoğu Anadolu’daki)
Kürtlere bir Kürt Parlamentosu kurma ve AB içinde bir Kürt Bloğu oluşturma
imkânı sağlar. Böyle bir bloktan Kürt bağımsızlığına destek almak mümkün
olacaktır. Bu nedenle Kürtler, Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğini
desteklemelidir” yorumu tutanaklara geçmiştir.
KNC ayrıca
Türkiye AB ilişkilerinde ise ön görüde bulunuyor ve “Eğer Türkiye Avrupa
Birliğinin dışında tutulursa, Türkiye geleneksel olarak Kürt meselesini bir
ulusal güvenlik sorunu olarak görmeye devam eder ve Bağımsız Irak Kürdistan’ına
düşmanca davranır” görüşünü savunuyor. Bununla birlikte “Türkiye, Avrupa
Birliğine bağlandığı zaman, Türk Ordusu’nun Irak Kürtleriyle ilgili politik
kararlara katılması azalacak ve adaylık sürecinde ilerleme kaydedecek” diye
ekliyor.
Taraflar
açısından birçok veriyi ve yorumu gözden geçirdikten sonra aklımıza, Amerikalı
General Ralph Peters’in çizdiği ünlü “Kan Sınırları” haritası gelmektedir. Bu
haritada ABD Eski Dışişleri Bakanlarından Condoleezza Rice’ın Washington Post
gazetesindeki 7 Ağustos 2003 tarihli makalesini de doğrular niteliklidir.
Hikmet Kadir
BOZOK
hkbozok@gmail.com